Nasıl bir şeydi acaba? Neye benziyordu? Bir çiçeğin kokusuna mı? Pamuğun yumuşaklığına mı? Namlunun ucundaki tavşanın ürkekliğine mi? Yoksa bir kayanın sertliğine mi? Bütün bu sorular sürekli kafasını kurcalıyordu son günlerde.
Şüphesiz, geldiğinde -beraberinde- sorunun cevabını da getirecekti; fakat henüz olmayan bir şey hakkında yargıya varmak, yokla varı karşılaştırmak, onu nereye kadar oyalayacak, heyecanını daha ne kadar frenleyebilecekti? “Bütün bunların bir cevabı olmalı,” diyordu. Evet, bunların cevabı, onun gelişi ile ilgiliydi.
Geleceği kesin miydi? Ne zaman gelecekti?
Eşine sorduğunda:
– Bak bak, ver elini… Dokun, dokun… Duyabiliyor musun?
– Evet evet, kasılıyor!
– Nasıl da tekmeliyor!
– Evet evet!
Bu sorular, bu konuşmalar daha ne kadar sürecekti?
Sabah kalktıklarında “doktora gidelim,” dediler. Öyle ya, en iyisi bir çocuk doktoruna muayene olmaktı. Üsküdar’a iner, muayene olabilirlerdi. Muayene olmak sorun değildi; ama ceplerindeki anca ay sonuna kadar yetebilecekti. Ya doktor parası…
– Özel doktora ne gerek var canım.
– Peki, ne yapalım?
– Sevk alır, Validebağı’na gideriz.
– Ya sıra bulamazsak?
– Hele bir gidelim bakalım…
Çelişkiye düştüler. Üsküdar’a mı gitmeli, yoksa Beykoz’dan sevk mi yaptırmalıydılar? İkincide karar kılmak zorunda kaldılar, herhangi bir devlet memuru gibi.
– Hayrola Hocam?
– Beykoz’a inelim dedik Hüseyin Abi, Hoca Hanım biraz rahatsız da…
– Geçmiş olsun.
– Sağ ol.
Elli altı şavrole her zamanki gibi tıklım tıklımdı. Beş kişilik takside sekiz, dokuz kişi birbirinin kucağında Beykoz’a indiler. Ne kadar şanslıydılar; öğleye kadar muayeneleri bitmişti işte. Doktor da genç; ama bir o kadar da bilgiliydi! Kesin gün bile vermişti.
* * *
Ara sıra İstanbul’a inip, bebek giysileri, amerikan bez, muşamba alınıyor; elden geldiğince hazırlık yapılıyordu. Hatta akşamları bir saate yakın, ansiklopedilerden bebek bakımı hakkında bazı bölümlerin okunması adet haline gelmişti. Şaka yollu birbirlerini sınav bile yapıyorlardı. Köyün dışına doğru yapılan bu yürüyüşler sınavları ne kadar güzelleştiriyordu.Günler geçtikçe, tekmeler, kasılmalar daha şiddetleniyor, henüz tanımadıkları yaramaz sanki “buradayım” demek istiyordu.
O gece yattıklarında, eşi bir türlü uyuyamadı. “Sancım var!” şikayetleri onun sabaha kadar uykusuz kalmasına yetti de arttı. Oysa sabah yedide okula gitmek için Beykoz’un yolunu tutmak zorunda idi.
Uykusuzluğun vermiş olduğu sinirden mi ne, bir karış suratla girdi odaya:
– Günaydın.
– Günaydın! Ne bu surat yahu, hasta mısın?
– Yoo!
– Hanım nasıl, hanım?
– Ne bileyim Berrin Hanım. Sabaha kadar “sancım var”, diye uyutmadı beni.
– Eee, sen ne yapmaya geldin okula?
– Derse geldim!
– Yahu kardeşim, sen deli misin? Hemen izin al git. Senin hanım bugün doğuracak.
– Daha gününe var onun. Doktor Nisan’ın yirmi üçünde dedi.
– Bırak sen doktoru moktoru, doğru müdür amcana…
Hemen bir izin dilekçesi yazıp Müdür Beyin odasına daldı:
– Günaydın Müdür Bey.
– Hayrola, o da ne?
– Vallahi Müdür Bey, benim hanım doğuracakmış; üç günlük izin istiyorum.
– Kim söyledi ki?!..
– Berrin Hanım…
– Vallahi o söylediyse doğrudur. Haydi, marş marş…
Allahtan babasının arabasını almıştı birkaç aylığına. Hemen köye döndü. Eşi okul bahçesinde iki büklüm kıvranıp duruyordu. Hemen lojmandan valizi alıp, üstünü değiştirmesini söyledi. Çar çabuk hazırlanıp Beykoz’a geri döndüler.
Eşini hastanede tekrar muayene ettiler. Teşhis kesindi. Nöbetçi ebe: “Saat beş, altı sularında doğum gerçekleşir; hasta yatsın. Siz gidebilirsiniz.” diyerek onu teselli etti.
O ise, eşine yardım edebilecek bir tanıdık kadın bulmak için tekrar köye döndü.
Akşam beş sıralarında hastaneye geldiğinde anlatılamaz bir heyecan, yavaş yavaş içini kaplamaya başlayıverdi. Sonsuz bir merak içindeydi; acaba nasıl bir şeydi!
Odanın kapısını açtığında, dona kaldı! Tuhaf, çok tuhaf bir şey vardı; ama anlayamıyordu! Eşinin gözlerinin içi gülüyordu!.. Rahattı! Onu görünce yatağının içinde biraz doğruldu. Fakat yanında hareketsiz duran bir şey vardı! Biraz daha dikkatli baktı. Evet, o!.. Gelmişti!! Bebek, bebekleri!!.. Çocukları doğmuştu. Küçük, minicik bir et parçası. Avuç içi kadar! Kedi yavrusu gibi bir şey!.. Kendi dudağını emmeye çalışan kırmızı bir surat!.
Çiçek kokusu gibi mi? Değil. Pamuk yumuşaklığında mı? Hayır… Tavşan ürkekliğinde mi? Bilemiyordu. Duyguları bunların hiç biri değildi. Fakat, bunlardan tamamen farklı da değildi. Belki hepsinin birleşimi olabilirdi. Şaşırmıştı!…
– Geçmiş olsun, dedi gülümseyerek. Eşine doğru eğildi. Yavaşça öptü.
25.05.1985 Karacabey