BABA

baba

Nasıl bir şeydi acaba? Neye benziyordu? Bir çiçeğin kokusuna mı? Pamuğun yumuşaklığına mı? Namlunun ucundaki tavşanın ürkekliğine mi? Yoksa bir kayanın sertliğine mi? Bütün bu sorular sürekli kafasını kurcalıyordu son günlerde.

Şüphesiz, geldiğinde -beraberinde- sorunun cevabını da getirecekti; fakat henüz olmayan bir şey hakkında yargıya varmak, yokla varı karşılaştırmak, onu nereye kadar oyalayacak, heyecanını daha ne kadar frenleyebilecekti? “Bütün bunların bir cevabı olmalı,” diyordu. Evet, bunların cevabı, onun gelişi ile ilgiliydi.

Geleceği kesin miydi? Ne zaman gelecekti?

Eşine sorduğunda:

– Bak bak, ver elini… Dokun, dokun… Duyabiliyor musun?
– Evet evet, kasılıyor!
– Nasıl da tekmeliyor!
– Evet evet!

Bu sorular, bu konuşmalar daha ne kadar sürecekti?

Sabah kalktıklarında “doktora gidelim,” dediler. Öyle ya, en iyisi bir çocuk doktoruna muayene olmaktı. Üsküdar’a iner, muayene olabilirlerdi. Muayene olmak sorun değildi; ama ceplerindeki anca ay sonuna kadar yetebilecekti. Ya doktor parası…

– Özel doktora ne gerek var canım.
– Peki, ne yapalım?
– Sevk alır, Validebağı’na gideriz.
– Ya sıra bulamazsak?
– Hele bir gidelim bakalım…

Çelişkiye düştüler. Üsküdar’a mı gitmeli, yoksa Beykoz’dan sevk mi yaptırmalıydılar? İkincide karar kılmak zorunda kaldılar, herhangi bir devlet memuru gibi.

– Hayrola Hocam?
– Beykoz’a inelim dedik Hüseyin Abi, Hoca Hanım biraz rahatsız da…
– Geçmiş olsun.
– Sağ ol.

Elli altı şavrole her zamanki gibi tıklım tıklımdı. Beş kişilik takside sekiz, dokuz kişi birbirinin kucağında Beykoz’a indiler. Ne kadar şanslıydılar; öğleye kadar muayeneleri bitmişti işte. Doktor da genç; ama bir o kadar da bilgiliydi! Kesin gün bile vermişti.

* * *

Ara sıra İstanbul’a inip, bebek giysileri, amerikan bez, muşamba alınıyor; elden geldiğince hazırlık yapılıyordu. Hatta akşamları bir saate yakın, ansiklopedilerden bebek bakımı hakkında bazı bölümlerin okunması adet haline gelmişti. Şaka yollu birbirlerini sınav bile yapıyorlardı. Köyün dışına doğru yapılan bu yürüyüşler sınavları ne kadar güzelleştiriyordu.Günler geçtikçe, tekmeler, kasılmalar daha şiddetleniyor, henüz tanımadıkları yaramaz sanki “buradayım” demek istiyordu.

O gece yattıklarında, eşi bir türlü uyuyamadı. “Sancım var!” şikayetleri onun sabaha kadar uykusuz kalmasına yetti de arttı. Oysa sabah yedide okula gitmek için Beykoz’un yolunu tutmak zorunda idi.

Uykusuzluğun vermiş olduğu sinirden mi ne, bir karış suratla girdi odaya:

– Günaydın.
– Günaydın! Ne bu surat yahu, hasta mısın?
– Yoo!
– Hanım nasıl, hanım?
– Ne bileyim Berrin Hanım. Sabaha kadar “sancım var”, diye uyutmadı beni.
– Eee, sen ne yapmaya geldin okula?
– Derse geldim!
– Yahu kardeşim, sen deli misin? Hemen izin al git. Senin hanım bugün doğuracak.
– Daha gününe var onun. Doktor Nisan’ın yirmi üçünde dedi.
– Bırak sen doktoru moktoru, doğru müdür amcana…

Hemen bir izin dilekçesi yazıp Müdür Beyin odasına daldı:

– Günaydın Müdür Bey.
– Hayrola, o da ne?
– Vallahi Müdür Bey, benim hanım doğuracakmış; üç günlük izin istiyorum.
– Kim söyledi ki?!..
– Berrin Hanım…
– Vallahi o söylediyse doğrudur. Haydi, marş marş…

Allahtan babasının arabasını almıştı birkaç aylığına. Hemen köye döndü. Eşi okul bahçesinde iki büklüm kıvranıp duruyordu. Hemen lojmandan valizi alıp, üstünü değiştirmesini söyledi. Çar çabuk hazırlanıp Beykoz’a geri döndüler.

Eşini hastanede tekrar muayene ettiler. Teşhis kesindi. Nöbetçi ebe: “Saat beş, altı sularında doğum gerçekleşir; hasta yatsın. Siz gidebilirsiniz.” diyerek onu teselli etti.

O ise, eşine yardım edebilecek bir tanıdık kadın bulmak için tekrar köye döndü.

Akşam beş sıralarında hastaneye geldiğinde anlatılamaz bir heyecan, yavaş yavaş içini kaplamaya başlayıverdi. Sonsuz bir merak içindeydi; acaba nasıl bir şeydi!

Odanın kapısını açtığında, dona kaldı! Tuhaf, çok tuhaf bir şey vardı; ama anlayamıyordu! Eşinin gözlerinin içi gülüyordu!.. Rahattı! Onu görünce yatağının içinde biraz doğruldu. Fakat yanında hareketsiz duran bir şey vardı! Biraz daha dikkatli baktı. Evet, o!.. Gelmişti!! Bebek, bebekleri!!.. Çocukları doğmuştu. Küçük, minicik bir et parçası. Avuç içi kadar! Kedi yavrusu gibi bir şey!.. Kendi dudağını emmeye çalışan kırmızı bir surat!.

Çiçek kokusu gibi mi? Değil. Pamuk yumuşaklığında mı? Hayır… Tavşan ürkekliğinde mi? Bilemiyordu. Duyguları bunların hiç biri değildi. Fakat, bunlardan tamamen farklı da değildi. Belki hepsinin birleşimi olabilirdi. Şaşırmıştı!…

– Geçmiş olsun, dedi gülümseyerek. Eşine doğru eğildi. Yavaşça öptü.

25.05.1985 Karacabey

KABAK ÇİÇEĞİ

kabak cicegi

Onun siyah dalgalı saçları, etli burnu, çilli suratı koca şehirde birçok kişide bulunabilirdi; fakat arkadaş canlılığı, doğru sözlülüğü, samimiyet gibi biz insanlara gittikçe yabancılaşmaya başlayan bazı meziyetler doksan kişilik yurtta tek dostum olmasına yetmişti.

Fazla konuşmayı sevmezdi. Onun için dinlemek, bir toplulukta yapılması en uygun hareketti. Zaten anlatacak fazla anısı da yoktu. Ne zaman geçmişten söz etse; farkında olmadan, ya lise yıllarında arkadaşları ile yaptıkları kavgalardan söz eder, ya da dedesinin ceketinin cebinde bulduğu sigarayı anlatıverirdi.

Bayanlarla konuşurken genellikle kızarır, çoğu kez de yere bakardı. Onun bu utangaç tavrı daha da ilgimi çekti. Benim gibi hazır cevap, şakacı olması için kendi kendimi yiyiyordum o günlerde.

Çalıştığım büro sanki kadınlar matinesi gibiydi. İçlerinde erkek olarak tek ben vardım. Fakat o kadar samimi idik ki mesai arkadaşlarımla; acaba ben mi bayanım, yoksa onlar mı erkek diye tereddüde düşerdim çoğu kez.

İşte o büroya bir gün onu da götürdüm. Dairedeki arkadaşlarla tanıştırdım:

– Şefimiz Halide Hanım… Arkadaşım Bahri.
– Memnun oldum efendim, nasılsınız?
– Sağolun efendim.
– Fatma Hanım.
– Hoş geldiniz, nasılsınız?
– Sağolun.
– Türkan, Zeynep, Çiğdem ve Nurhayat Hanımlar.
– Nasılsınız efendim?
– Nasılsınız efendim?
– Sağolun.
– Sağolun.
– Sağolun.

Bu tanıştırma sırasında Bahri’nin yanaklarının Amasya Elması gibi kızarması, benim gibi arkadaşların gözünden de kaçmamış. Bahri bir çay içip gitti; fakat Bahri’nin kızarması ve suskunluğu bir hafta konuşuldu durdu büronun içinde.

Bir gün arkadaşlardan biri tekrar eski bahse döndü.
– Şu sizin Bahri bir geldi, pir geldi doğrusu, dedi; şimdi ne yapıyor zavallı?
– Vallahi yavrucuğum, zannederim kozasını delmeye çalışıyor. Pek yakında kelebekler gibi çiçekten çiçeğe konarsa hiç şaşmam.
– Aman, demeyin kuzum!

O sıralar Bahri’yi biraz olsun açabilmek için yurt odasında akla gelmedik şakalar yapıyordum. Tam uyurken, çarşafına su dökmek mi dersiniz, kahvaltıda bardağına tuz koymak mı…

Fakat bütün bu şakaları samimiyetine güvendiğim arkadaşım büyük bir olgunlukla karşılar, yavaş yavaş yaşama dönerdi.Bir gün ailesi hakkında konuştuğumuzda, babasının on dört senedir hapiste olduğunu söyledi.İşte o anda içime buruk bir hüzün çöküverdi.Yaptığım şakalardan anlatılmaz bir utanç duydum.

Hatamı tamir etmek için akşam üzeri Bahri’ye Aksaray’a doğru dolaşmayı teklif ettim. Zaten beni hiç kırmazdı. Üzerimize birer hırka alıp çıktık. Vitrinleri seyrede seyrede, Laleli’den Aksaray’a doğru indik. Oradan da ver elini lunapark…

O kalabalık içinde sağımızdan solumuzdan geçen genç bayanları Bahri’ye ne kadar gösterdimse de, onu bir türlü dönme dolaplarla atlı karıncalardan ayıramadım. Sonunda ikimizin yalnızken söylediğimiz hitapla seslendim.

-Yahu Bacanak, iyiden çocuklaştın vallahi!
-Ne yapayım Bacanak, ben çocukluğumu yaşayamadım. Bırak da yirmi yıl sonra elime geçen bu fırsatı bari kaçırmayayım.

Hak verdim doğrusu. Ben de katıldım ona; çocuklar gibi doyasıya eğlendik. Geç vakit döndük yurda.

Bir akşam masaya oturmuş, kendi aramızda laflıyorduk. Söz, döndü dolaştı; kız, erkek arkadaşlığına geldi. Hazır yeri gelmişken söyleyeyim şuna, dedim. “Bak Bacanak, bir kere bu sıkılmayı bırak. Kız arkadaşlar seni yiyecek değil. Sonra dedenin cebinde bulduğu sigara da ilginç gelmeyebilir dinleyenlere; sen daha güncel konular bulmaya bak.”

-Yahu Bacanak, dedi; biz böyle büyüdük. İstesem de bir kızın yüzüne bakamam ben öyle uzun uzadıya.
-Oğlum, sen uzun uzadıya kızın yüzüne değil, kırk iki numara ayakkabılarına bakıyorsun. Korkma onlar ayağından çıkmaz.

* * *
Üniversite üçüncü sınıfa gelmiştik.O yıl yurttan ayrıldık. Karagümrük’te, bodrum katında bir ev tuttuk. Bize biraz büyük geldiği için benim iki hemşehrim de kiraya ortak oldu. Zaten Bahri de bir dairede çalışmaya başlamıştı. Aramızda bir de iş bölümü yaptık. Bir kişi yemekleri yaparsa, diğeri evi süpürecek; biri bakkala giderse, diğeri de bulaşıkları yıkayacaktı. Şimdi dört kafadar yeni bir aile olmuştuk. Günlerimiz neşe içinde geçip gidiyordu.

Bir gün Bahri:

-Arkadaşlar, dedi. Bu kulunuz bundan böyle ev süpürmek ve yemek yapmaktan azat edilmiştir.
-..!!
-..!!
-Hayrola Bacanak?
-Eee, akılsız başın yükünü ayaklar çeker.
-Laf söyledin balkabağı.
-Bundan böyle ben ev temizlemeyeceğim, yemek yapmayacağım.
-Peki kim yapacak?
-Yengeniz yapacak haliyle.
-..!
-Evet, acemi çaylaklar.
-Oğlum kim bu yenge; birdenbire nereden çıktı?
-Boş ver, üzümünü ye, bağını sorma, demişler.

Bir türlü inanasımız gelmiyordu. Olacak şey miydi canım! Daha düne kadar sen kızlarla konuşurken yere bakacaksın, iki kelime konuşmaktan kaçacaksın ve bir de gelip bize caka satacaksın. Ne yapalım, ne yapalım, diye düşünürken Kemal:

-Cumartesi günü şunu gözleyelim, dedi.

Evet, uygundu.

Karar verildi; Bahri gözlenecek.

Ev halkı cumartesiyi iple çekiyordu. Ve, beklenen cumartesi sonunda geldi. Bizimki sabah erkenden yanık bir Burdur türküsü ile lavabonun karşısına geçti. Büyük bir neşe içinde önce sinekkaydısını oldu. Valizini açtı, tekrar banyoya dönüp birkaç kez limon kolonyasından süründü. Yüze biraz daha krem ilave edildi. Saçlar sağ sola, öne arkaya, şekilden şekle sokula sokula tarandı.Kıyafet baştan ayağa yenilenmiş, aynada tekrar tekrar bakılıp emin olunduktan sonra, “hoşça kalın arkadaşlar, yolcu yoluna gerek,” diyen Bahri’miz bir kuş misali kapıdan uçtu gitti.

Bizim acelemiz yoktu. Önce güzel bir kahvaltı yaptık. Sofranın toparlanması, bardakların yıkanması, evin süpürülmesi aramızda halledildi. Sigaralarımızı içip, giyindikten bir saat sonra köşedeki kahvenin önüne oturup tavlaya başladık. Oyun önemli değildi. İki kişi tavla atarken üçüncü kişinin gözü, yukarıdan gelecek olan Bahri’de olacaktı.

Kaç parti oynandı, kesin bir şey söyleyemeyeceğim; fakat, o son parti oynanırken, Adnan:

-Geliyorlar, dedi.

Biz, güya tavlaya devam ediyorduk; fakat pulların yerine gözlerimiz Bahri’nin yanındakine takılmıştı bir kez. On sekiz, on dokuz yaşlarında, kural saçlı, beyaz tenli, orta boylu, hafif etine dolgun…

-Düşeş, dedi Kemal!..
-Ne düşeşi be salak, ilah bu kız, ilah!..

Akşam yemek yerken, Bahri gururla girdi içeriye. Hepimize şöyle bir tepeden baktıktan sonra söze başladı.

-Bugün gelen ablanız üç numara idi. Siz sayın arkadaşlarımı daha fazla merakta bırakmamak için yarın dört numaralı ablanızla teşrif edeceğiz fakirhanemize.
-..!
-Yahu Bacanak, ne oldu sana böyle birdenbire? Sakın bu hızla bir yere toslamayasın?

O, gayet neşeli bir şekilde anlatıyordu.

-Sevgili Bacanağım, kardeşinin gözü geç açıldı ama, dünya nimetlerini çabuk gördü.
– Vallahi arkadaşım senin gözlerin eskiden de açıktı; fakat başka yere bakıyordu. Şimdi açılan gözlerin değil sen oldun. Hem de kabak çiçeği gibi.

09.10.1983 Karacabey

BÜYÜKANNE

“Ya da hayatımın kadını”

-Büyükanneeee!!..
-Büyükannee!…

Kapıda patlayan çığlık, oda oda, salon salon bütün evi dolaştı ve cevap bulamayınca küçük çocuğun ağzından içeri girdi. Büyük bir sessizlik, küçücük evi yaşanmaz bir mekana çeviriverdi. Büyükanne acele etmese belki de bütün bir ev halkı ölüp gidecekti.

-Büyükanneee!
-Büyükanne!. .
– Hani nerde “süğle be uşam “ sözlerin. Konuşsana. Büyükannem niye konuşmuyor?
Gel, diyor kalabalıktan bir ses; “büyükannenin yüzüne bak.”
-Sen kimsin? Sen kimsin yav?
– Necmiye tizen.
-Bakmıyom işte.

Kim bunlar büyükanne? Kim bunlar Allah aşkına! Ne seni,ne de beni; hele hele beni hiç anlayamayacak bu kalabalık nereden çıktı.Öldün mü? Öldünse öldün, ne olmuş sanki?

-Büyükanneee…
-Süle be uşam.
-Akıtma yapsanaaa.
-Sen çırpı topla be uşam.

…….
……

İspiyoncu bakkal hiç vakit kaybetmemiş. Nerede bulmuş babamı, ne zaman anlatmış tüm olanları!

Akşam babamın bütün hıncı kendinden önce girdi eve. Oda oda aradı beni. Bahçede incir ağacının dalında sallanırken yakaladı. Bütün hıncını oracıkta alıverecekti, alıverecekti ama, Büyükannemin:

-Dur bakam Hüsen, dur hele, desturuyla ya bana yeni bir ömür biçildi ya da babacığım benim de evlatlarından biri olduğumu anladı, diyordum.

Oysa ikimiz de haklıydık. Ben cebimde param olmadığı için bir kutu bisküviye babaannemi bakkala veriyordum; babamsa elindeki pense ile namusunu kurtarıveriyordu, oğlunun dilini kopararak. Büyük annem izin verse, ne bakkalın ispiyonculuğu ne de babacığımın zalimliği hatırlanacaktı. Bu garibi, bu sabihi düşüvereceklerdi nüfus kayıtlarından.

Güneş çoktan yükselmiş. Mahallenin serçeleri asmada cirit atıyor. Gelin kaynana dolaşıp duruyorlar evin içinde. Bahçenin derinliklerine doğru yürüyorum. Kurumuş otlar ve çırpılarla dikiliyorum büyükannemin karşısına.

-Akıtma yapalım mı büyükanne?
-Yapalım be uşam.

Büyükannem unu ıslatıyor, tencerenin içinde kaşıkla karıştırıp duruyor. Bulamaç gibi oluyor hamur. Kolları da hiç ağrımıyor büyükannemin.

Ateşin başında sacın kızmasını bekliyoruz.

-Gavur gelince ne yaptınız büyükanne, anlatsana.
-N’apcaz be uşam, kala kaldık karşısında.
-Ne istiyorlardı?
-Ne bilcen be uşam, anlamam ki dilinden.
-Bir şey yaptılar mı size?
-Yapmazlar mı.
-Ne yaptılar? Hadi, anlat anlat.
-Bi gün topladılar bütün küylüyü, kapadılar camiye. Etrafımıza yığdılar odunları. Ondan sonracıma, gaz döküp yakacaklar. Tam o sırada yukarıdan başladı çete ateş etmeye. Yunan bi başladı kaçmaya. Vay vay vay… Çeteden çok korkarladı.

İçeride buğu kokusu genizleri yakıyor. Beyaz yaşmaklı bir kadın elindeki kitaptan dualar okuyor. Evin içi kadın dolu. Hiçbiri konuşmuyor. Hepsinin gözleri büyükannemin yatağına çevrilmiş. O cırtlak sesli kadın kolumu alıp götürecek.

-Gel yüzüne bak büyükannenin.

Dilim kilitleniyor sanki! Kolum konuşuyor dilimin yerine. Çekip alıyor kendini ucubenin elinden. Zangır zangır titreyen kolum zor atıyor kendini odadan dışarıya.

-Büyükanneee! Büyükanneee!!

Büyükannem ses vermiyor artık. Büyükannem konuşmuyor. Geçmişim susuyor. İçimde duvarlar yıkılıyor. Enkaz altında kalıyorum. Çaresizim, en çaresiz anlarımda çarem olan büyükannemsizim şimdi. Çıkamıyorum bir türlü kahrolası labirentin içinden.

Askerimiz Abdullah ağabey, kardeşimle ikimizi aldı Darıca’nın sırtlarında uçurtma uçurtmaya götürüyor. Kırmızı mavi renklerde kocaman, dev gibi bir uçurtma. Ben zor taşıyorum. Hele bir kuyruğu var! Hele bir kuyruğu… Ağabeyim uçurtmayı tutuyor. Abdullah ağabey elindeki ipi çözerken geri geri gidiyor. İkisi birbirine, ben de onlara bakmaktayım. Abdullah ağabey koşuyor, ağabeyim uçurtmayı salıyor. Uçurtma bir iki kafasını sallıyor ve kendini yere bırakıyor. Bizim uçurtmanın bugün de uçmaya niyeti yok. Boşuna koşuyor Abdullah ağabey, canı çıkıyor zavallının. Komutanının çocuklarını eğlendirebilmek için kan ter içinde kalıyor.

Tüylerim diken diken olmaya başladı. Oysa evden çıktığımızda hava ne kadar sıcaktı. Üzerimizde kısa kollu gömlek “üşüdüm” diyorum. “Tamam şimdi gitcez” diyor Abdullah ağabey. Rüzgar şiddetini gittikçe arttırıyor. Ağabeyim “uçurtmayı uçuralım” diyor. Ben “üşüdüm” diye tutturuyorum. Abdullah ağabey her ikimize de tamam diyor.

Bizim ilerimizde birkaç kadın dikilmiş, denize doğru bakıyor. Kendi aralarında bir şeyler anlatıyorlar; ama sesleri duyamıyorum. El kol hareketlerinden de bir şey anlamak mümkün değil.

Rüzgar daha da şiddetleniyor. Ağabeyim uçurtmayı zor zaptediyor. Uçurtma ağabeyimi uçuracak sanki. Kuyruğu, o upuzun kuyruğu kendiliğinden havalarda geziniyor. Abdullah ağabey, bir eliyle uçurtmanın ipini, diğer eliyle de şapkasını tutmaya çalışıyor. “Bırak” diye bağırıyor ağabeyime. Ağabeyimin bırakmasıyla bizim hantal uçurtma, haşırtılar çıkararak bir anda göğe doğru yükselmeğe başlıyor. İki kardeş birbirimize bakarak sevinç çığlıkları atıyoruz.

Aman Allah’ım, ilerimizdeki kadınlar ne kadar da çoğalmış! Yanlarında çocuklar, adamlar… Hepsi denize doğru bağırıp çağırıyor. Hepsi de çırpınıyor. Deniz çıldırmış olmalı. Dalgalar, bir gün öncesi şakalaştığımız o dalgalar kıyıya doğru öyle bir saldırıyor ki, kalabalığın bütün sesi kaybolup gidiyor gürültünün içinde.

Her şey birbirine karışmış durumda. Kalabalığın feryatları, bizim kahkahalarımız, dalgaların gürültüsü.

Büyükannem bitiveriyor yanımızda. “Daha ne duruyonuz? Hadin bakem, eve” diyor.

-Aaa, büyükanne, diyorum.
-Hadin eve, hepten hasta olcanız.
-Uçurtmayı görüyon mu büyükanne?
-Hadin bakim eve, dedim.

Tütsü kokusu ne kadar da ağırlaştı. İnsan bayılacak. O teyze hala kuran okuyor. Eve gelen giden hiç eksilmedi. Bir telaş bir telaş. Tek büyükannemden ses yok.

-Gece çocuklar bizde yatsın, diyor Mahmut amca.
-Olur, yatsın, diyor babam.

Yatakta bir sağa, bir sola dönüyorum. Uyuyamıyorum. Bu benim büyükannemsiz ilk gecem. Onun sıcaklığı yok yatağın içinde. Yatak buz gibi. Gözlerimi kapar kapamaz açıyorum. Korkuyorum gözlerimi kapamaktan. Necmiye teyzem geliveriyor gözlerimin önüne. Onun o korkunç sesi… “Büyükannenin yüzüne bak, büyük annenin yüzüne bak…”

Artık yatağımın ısınmasını da istemiyorum. Nemciye teyzemin o korkunç sesinden de, büyükannemin melek yüzünden de korkuyorum. Yatakta bir sağa bir sola dönüyorum. Yatak buz gibi, gözlerim açık . Sabah ezanı okunuyor. Gözlerimi kapayamıyorum. Kapamaktan korkuyorum.

Sabahın ışıkları odaya giriyor. Benimse gözüme uyku girmiyor. Artık büyükannem yok, o gitti. Anladım ki artık onsuz yaşayacağım; ama korkularımla birlikte. Bundan sonra onun yokluğuna ve korkularıma katlanacağım. Demek ki yaşamımın yeni sayfası böyle yazılacak.

13.05.2008 Eskişehir

BİR EVLEK SARIMSAK

Bahar gelmişti.

Herkes uğraş içinde. Köyde bir telaş, bir telaş! İki kardeş, bahçedeki vişnenin altında kös kös düşünüyoruz. Eve dönüşlerinde bizi bir karış suratla gören babam, “bunlara ne oldu yine?” diye sordukça, annem, “hiç,” deyip mutfağa yürüyor.

Günlerimiz tatsız tuzsuz. Ne çocukluğun cıvıl cıvıllığı, ne hoplayıp zıplama, ne şen kahkahalar, ne de bir tebessüm; hiç birinden eser yok. Püüf, patlayacak gibiyiz.

Bir gün:

– Oğlum, diyor babam; neyiniz var sizin? Söyleyin bakayım?
– Hiç, deyip boynumuzu büküyoruz.
– Haydi, haydi; söyleyin.
– Şey…
– Ney?
– Şey işte.
– Söyleyin canım.
– Biz de sıpa istiyoruz.

Şaşkınlığını belli etmemek için kaşlarını çatan babam, gayet babacan bir sesle: “Oğlum, diyor; siz daha kendinize bakamıyorsunuz. Sıpaya nasıl bakacaksınız?”

– Bakarız, bakarız.
– Bakarız.
– …
– Haydi baba.
– N’olur baba.
– Peki, peki; tamam.

İki kardeş çıldıracak gibiyiz. Babamın boynuna sarılıyor, yanaklarından, gözlerinden öpüyoruz. Mutluluk geri geliyor.

Sırtımı vişneye dayamış, çitleri seyrediyorum. Babam görünüyor ileride. Yüzü kıpkırmızı. Ter içinde. Yorulmuş olmalı. İkide bir durup, arkasına bakıyor. Bir şeye asılıyor sanki. Meraklanıyorum. Kalkıp baktığımda, bir çift sivri kulak ilişiyor gözlerime! Sıpam, bizim minik sıpamız olmalı bu! Dünyalar benim oluyor! Gırtlağım yırtılacak:

– Abi, koş!

Merdivenlerden üçer beşer atlayan ağabeyim, telaş içinde:

– Ne var? Ne oldu?
– Bak, bak!
– Haydi, diyor; koşalım.

Koşuyoruz.

Babam yuları ağabeyime veriyor. Alnını siliyor derin derin nefes alırken.

Akşam yemeğinden sonra babam kahveye çıkıyor. Annem bulaşık yıkıyor. İki kardeş sıpanın başındayız. Ağabeyim, kalın dişli bir tarakla sıpayı tarıyor. Onu seyrederken, hayvanın boynunu okşuyorum. Sonra, üzüm sandığına doldurduğumuz otları yiyişine bakıyoruz parıltılı gözlerle. Sıpa aksırıyor bir ara. “Su,” diyor ağabeyim. Koşuyorum yukarıya; testiyi getiriyorum. “Olmaz,” diyor kızarak:

– Niye?
– Testiden içemez.
– Ne yapacaz?
– Çanak getir.

Bahçeye koşuyorum. Tavukların çanağını alıyorum vişnenin yanından. Gururla dönüyorum geriye:

– Buldum!
– Çabuk ol!

Testideki suyu boşaltıyoruz. Dişlerini göstererek uzatıyor başını çanağa doğru. Suyu kokluyor önce. Merakla seyrediyoruz. Bir iki yudum içip bırakıyor. Annem çağırıyor içeriden. İsteksiz çıkıyoruz.

Yorganı çeneme kadar çekiyorum uyumak için. Uykum yok! Sabahı düşünüyorum. Sıpayı bir de. Ağustos böceklerinin sesleri geliyor dışarıdan. Bir köpek havlıyor uzakta. Sokakta iki adam konuşuyor. Sesler siliniyor kulaklarımdan.

Sıpayla birlikteyim. Ormana gidiyoruz. Ulu bir orman. Dere çıkıyor önümüze. “Haydi,” diyorum sıpaya; “hoop.” Taa karşıya hopluyor! Bir kurt saldırıyor yan taraftan. Kocaman bir kurt! Ayaklarımla dokunuveriyorum sıpanın karnına, ok gibi fırlıyor. Ne kadar da hızlı koşuyor. Kurt yetişemiyor bize. Sıpam kurtarıyor beni.

– Haydi oğlum, diyor annem; kalksana, öğlen oldu.
– Abim nerede?
– Sabahın köründe çıktı evden.
– Sıpa?
– Onu da götürdü.

Ağlamak geliyor içimden. Hemen sahip çıkmış sıpaya. Kahvaltı etmeden çıkıyorum. Kahvelerin yanından, caminin arkasından dolanıyorum. Çocuklara sıpayı gösteriyor.

– İkimize aldı babam, diyorum; sıpa ikimizin.
– İkimizin, diyor ağabeyim.
– Benim de var, diyor bakkalın oğlu; hem de eşek.
– Ihı, diyorum kafamı çevirip; eşeği ne yapayım.

Ağabeyim yuları asılırken; “Sulayayım şu hayvancağızı, sabahtan beri içmedi” diyor. Önüne geçiyorum. “olmaz, diyorum; hep sen suluyorsun.” İnatlaşıyoruz. Dövmeye kalkıyor beni. “Babama söylersem,” diyorum. Korkuyor: “Hep beraber gidelim,” diyor bakkalın oğlu.

Gidiyoruz.

Köyün dışına doğru: “Binsene,” diyor bakkalın oğlu.

– Olmaz, diyorum; daha çok küçük.
– Ne küçüğü be, diyor bakkalın oğlu.
– Tabii küçük, diyorum.
– İstersen bin, diyor ağabeyim.
– Bineyim mi?
– Bin bakalım.

Biniyorum.

– Sıra bende, diyor ağabeyim.

O da biniyor.

Koca gün dolaşıyoruz sıpanın sırtında. Hayvan iyice yoruluyor.

Günler geçiyor. Günler geçtikçe, sıpanın sevimliliği de kalmıyor. Hayatta daha güzel şeylerin olduğunun farkına varıyoruz. Top oynuyoruz. Balık tutmaya gidiyoruz. Güreş tutuyoruz. Hem sıpa bize engel olmaya da başlıyor. Sıpayı sulamaktan, sıpayı otlatmaktan gönlümüzce oynayamıyoruz da. Niye aldırdık sanki bu sıpayı?

Akşam babam soruyor:

– Hayvanı suladınız mı?
– Sıra ağabeyimdeydi.
– Ben daha dün suladım, diyor ağabeyim.
– Ama hep ben suluyorum.
– Yalan söylemeyin, diyor babam; dün ben suladım.

Artık fazla aldırmıyoruz. Kim sularsa sulasın. Gitsin kendi içsin biraz da; kocaman eşek oldu. Binme sıramız da yok. Bakkalın oğlu, köyün diğer çocukları… Kim isterse biniyor. Bazen ikimiz birden biniyoruz ağabeyimle. Hatta üç kişi… Beli çöküyor hayvanın, ama yine de taşıyor birkaç adım. Elimizde kalın sopalar, kıçına kıçına vuruyoruz sıpanın. Görenler gülüyor halimize. Biz de sevinip daha şiddetli vuruyoruz.

Öğle sofrasını vişnenin altına kurmuş annem. Tazecik sarımsak soymuş yanına. Kıtır kıtır.

– Kim getirdi sarımsakları?

Babam gülüyor.

– Bizim, diyor annem.
– Nasıl bizim.
– Biz sarımsak ekmedik ki, diyor ağabeyim.
– Baban almış bir evlek, diyor annem.
– Bir evlek mi? diyorum.
– Bir evlek, diyor annem.
– Kaça?
– Bir sıpaya.
– ..!

Babam hala gülüyor.

Biz de gülüyoruz; ama içimde bir şeyler kabarıyor. Dudaklarım büzülüyor istek dışı. Titriyor dudaklarım.
08.04.1987 Karacabey

ŞEYTANIN İKRAMI

Masanın önündeki siyah paltolu adam, cüzdanından çıkardığı binliği yazıhaneciye uzattı. Listelerle uğraşmakta olan yazıhaneci, başını kaldırmadan konuştu:

-Neresi, abi.?
-İstanbul. Ortalardan olsun; cam boyu istemem.
-Yirmi iki numara.
-Tamam.
Siyah paltolu adam elindeki bileti sallaya sallaya yürüyüp, yolcuların arasında boş bulduğu bir sandalyeye oturdu.

Ayda birkaç kez yapmak zorunda olduğu İstanbul yolculuklarından birine daha –biraz sonra- başlayacak olan siyah paltolu adam, taşra tüccarlarından Kemal Bey idi.

Taşra tüccarlarının bir ayağı dükkanlarında, diğeri İstanbul’da olmalıdır. Malı görerek almak, piyasayı öğrenmek, siparişi gününde ambara vermek için İstanbul yolculuğu kaçınılmaz olarak kanıtlanmıştır evdekilere. Yoksa ailesinin bunca ısrarı karşısında, Kemal Bey’in tek başına yollara düşmesi başka nasıl izah edilebilir.

Değnekçinin “İstanbul’a gidecekler, geçelim…” sözleriyle yolcular birden ayaklandı.
Kemal Bey otobüse arka kapıdan bindi.

-Affedersiniz, yirmi iki numara boş değil mi?
-Buyurun, dedi yirmi iki numarada oturan, cam boyuna kayarak.
-Merhaba.
-Merhaba.
-İstanbul’a mı?
-İstanbul’a.
-İyi yolculuklar.
-Siz nereye gidiyorsunuz?
-Ben de İstanbul’a…

Tiz bir klakson sesinden sonra otobüs hareket etti. Şoför teybin sesini yükselterek yolculara müzik ziyafetine başladı. Yolcularsa ruhları tok olduğundan mı, teypteki sesi bastırmak için mi, yoksa bilinmez başka nedenlerden mi, daha yüksek sesle konuşmakta idiler.

-Affedersiniz, yolculuk ne maksatla?
-Annem ameliyat olacak da, onu ziyarete gidiyorum.
-Geçmiş olsun; nesi var?
-Safra kesesinden rahatsız. Sizin ki…
-İş için gidiyorum; mal almaya.
-Tüccar mısınız?
-Evet. Ya, siz?
-Öğretmenim.
-Deseniz ya ortak yanlarımız var.
-Ne gibi?!
-İnsanlar canım.
-Anlayamadım!..
-Her ikimiz de insanlarla uğraşıyoruz.
-Yine anlayamadım!
-Oh, olur mu? Pardon, adınız neydi?
-Burak Yetkin.
-Olur mu Burak bey; siz içlerini, bizse dışlarını değiştirmek için uğraşmıyor muyuz?
-Galiba haklısınız.
-Fakat, ikimiz de başaramıyoruz.
-Yine anlayamadım!.
-Baksanız ya, sizinkilerin başarısı ortada. Bizimkiler ise çarşaf altına pantolon, çizme üstüne takım elbise giyiyorlar.
-Sizin için çok mu önemli?
-Eh işte canım, anlayıver…
-Üzülüyor musunuz?
-Tabii.
-Niçin?..
-Takım elbise alınıyor; fakat müşterinin bir çift ayakkabıya verecek parası yok.
-Alamadığı için mi üzülüyorsunuz?
-Almadığı için dersem daha doğru olur.
-İnanır mısınız, ilk kez sizin kadar açık sözlü bir tüccara rastlıyorum dersem yalan olmaz.
-Vallahi, aslında bizler yalanı sevmeyiz. Yalan söylemek zorunda kalırız.

Lambalar söndü. Teybin sesi duyulmaz oldu. Otobüsün ritmik sarsıntısına daha fazla dayanamayan yolcular, kendilerini tatlı bir uykunun kollarına bırakıverdiler.
* * *
Kemal bey, çevirdiği bir taksiye:

-Beyoğlu, dedi.

Duraklarda –işlerine gidebilmek için- birbirini ezen kalabalık yetmiyormuş gibi, caddeler de insan selinden geçilmiyordu. Sonunda birlikte iş yaptıkları mağazaların birine girdi.

Dükkan sahibi kırk yıllık dostunu görmüşçesine fırladı yerinden:

-Oooh, Kemal Bey!
-Günaydın efendim, hayırlı işler.
-Hoş geldiniz, nasılsınız?
-Sizleri sormalı…
-Ne alırsınız?
-Sağ olun, niyetliyim.
-Eee, ne var, ne yok?
-Vallahi, uğraşıyoruz işte…
-İşler nasıl?
-Eh, şöyle böyle.
-Yeni koleksiyonu gördün mü?
-Fiyatlar nasıl, fiyatlar; kimsenin eli cebine gitmiyor!
-Sen işini bilirsin.
-Vallahi, millette para kalmadı herhalde.
-Canım, çıplak gezecek değiller ya.
-Beş takım normal, üç takım da defolu olsun.
-Hay hay.
-Çeki şubatın beşine kesiyorum, haberin olsun.
-Yapma Allah aşkına, hiç olmazsa ocak on beş olsun.
-Kestim bile.
-Ah, seni üç kağıtçı.
-Haydi hoşça kal.

Beyoğlu’ndan Sirkeci’ye inen Kemal Bey, Sultan Hamam’da birkaç yere daha uğrayarak gerekli siparişleri verinceye kadar akşamı etti. İyice yorulmuştu. Sirkeci’den Topkapı otobüslerine bindi. İçerisi oldukça kalabalıktı. Her durakta yolcular iniyor, her durakta yolcular biniyordu. Yaşlı, genç; kadın, erkek; yerli, yabancı… Bir ara sıcacık bir nefes dolaştı yüzünde. Göz göze geldiler. Ve o nefes, yüzünden gönlüne, oradan da tüm bedenine saldırdı. Kemal Bey, bütün yorgunluğunu unuttu. Otobüs Aksaray’a geldiğinde, kadın inmek istedi.Ardından Kemal Bey de fırladı.Birlikte birkaç adım attılar. Kemal Bey bütün hafızasını zorlayarak ta lise yıllarına gitti:

-Yu sipik İngiliş?
-Yes.
-Vat iz yuur neyim?
-Helen.
-Vizit İstanbul, ar yu?
-Yes.

Bin bir güçlükle yapılan konuşmalar sonucunda birlikte Kumkapı’ya doğru inmeye başladılar.Bir bahçede çay içirdi Helen’e. Kadının şaşkın bakışları karşısında, çat pat ingilizcesiyle oruçlu olduğunu anlatmaya çalıştı anlatabildiğince.Aksaray’a dönüp Helen’i kebapçıya sokan Kemal Bey, misafirine bir duble rakı içirmeyi de ihmal etmedi. Kadınla tanışalı Kemal Bey’in eli açılıvermişti. Hesabı getiren garsona yüklü bir bahşiş bırakarak çıktılar.

Kapalı çarşıda güzel bir tur attıktan sonra, sarmaş dolaş Cağaloğlu’na doğru yöneldiler.

Bu yürüyüş Kemal Bey’e değişik bir zevk veriyordu. Yürüdükçe canlandı.Sonunda Sirkeci’den trene binerek, Florya’ya doğru gitmeye karar verdiler. Trende oturacak yer olduğu halde, ayakta birbirlerine sarılarak gitmeyi yeğlediler. Aslında fikir Kemal Bey’indi. Çünkü Türkçe bilmeyen Helen’e bunları İngilizce anlatmanın da imkanı olmadığından o, Kemal Bey’in gözlerinin içine bakıp bakıp gülümsüyordu.

Kemal Bey, Helen ile birlikte plaj kenarına doğru bir akşam gezintisine çıktı. Sonbaharın rüzgarında in cin top oynamakta idi. Helen’e daha sıkı sarılarak kabinlere doğru yürüdü. Yüzünü göğe çevirerek:

-Allah’ım, dedi. Kulunun durumu ortada; sen ramazanını seneye yine gönderirsin ama, bu kafir bir giderse, bir daha ne zaman geleceğini sen benden daha iyi bilirsin.

Helen’in saçlarının rüzgarda uçuşmasına daha fazla dayanamadı.

-Kam in Helen, deyip kadınla birlikte boş kabinlerden birine dalıverdi.

11.11.1985 Karacabey

SABRİ BEY AMCA

 Gecenin ayazı kamyonun hızıyla iyice arttı. Rüzgar, rüzgar olmaktan çıktı sanki; bir kamçı gibi yanaklarımızı haşlayıp geçiyor. Annemle babam şoför mahallinde kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlar. Biz iki kardeş, kasanın ön tarafında iyice büzüştük. Hani kolayını bulsak, insan olmaktan çıkıp, bir yastık, bir yorgan da biz olacağız.

               Homur homur öten kamyon sanki hiç gitmiyor! Kaç saattir beşik gibi sallanıp duruyoruz. Sırtımızın, kıçımızın, başımızın ağrısı… Ah, bu rüzgar, hiç biriyle uğraşacak halde değiliz. Ara sıra gözümüze takılan ağaçlar da bizden uzaklaşmasa, kamyonun boşuna homurdandığına iyice inandıracağım kendimi.

-Daha çok var mı, abi?
-Var galiba.
-Ne zaman varırız?
-Ne bileyim, ben.

Artık iyice inandım, ne bu rüzgarın, ne de bu yolculuğun biteceği yok. Ah uykum ah, kim bilir nerelerde dolaşmaktasın? İçim zangır zangır titriyor, seninse geleceğin yok! Yorgana daha fazla sarılıyorum, daha fazla büzüşüyorum. Ağabeyimin eli omuzlarımda; kamyonun sarsıntısı azalırken, motor sesi kulaklarımdan uzaklaşıyor sanki.

Bir odada, yatağın içinde açıyorum gözlerimi, etrafa bakıyorum, perdesiz bir pencereden ışık doluyor odaya. Yavaş yavaş anlıyorum ki, burası bizim yeni evimiz. Sırtında yorganla annem giriyor içeriye, diğer yatakların üzerine bırakıyor onu.

-Geldik mi anne? diyorum.
-Geldik yavrum, geldik.
-Abim nerde?
-Bahçede.

Fırlıyorum yataktan.

Kapıyı açtığımda gözüme ilk çarpan bir ağaç oluyor. Daha önce hiç görmediğim bir ağaç bu. Anneme sesleniyorum.

-Anne bu ne ağacıymış?
-Vişne, dedi buban.

Vişne ağacını ilk kez o köyde, o evde, o sabah gördüm ben.

Bahçenin alt tarafında ağabeyim ve üç çocuk konuşuyorlardı. Beni gören ağabeyim yanına gelmem için seslendi.

-Bak, bunlar üç ev ötede oturuyorlarmış. Baki, Bülent ve Levent. Bu da benim kardeşim Çetin.
-Sen okula gidiyon mu? Dedi, Bülent.
-Gidecem.
-Ben de gidecem.
-Ben gidiyom, dedi ağabeyim.
-Ben de gidiyom, dedi Baki.

Yeni bir yaşamın bizi beklediği bu köyde, ilk günümüz böyle başlamıştı.

Günler geçiyor, vişne ağacı çiçek açıyor, ben de okula yazılıyordum. Artık evimizin kocaman bahçesi bize dar geliyordu. Büyümüş müydük ne? Bakilerin evden başka mahallenin bütün evlerini ezberlediğimiz gibi köyün altını üstüne getirmeye başlamıştık. Hatta köy bile bize yetmez olmuştu da, yakındaki bağlara, bahçelere gezmeye gittiğimiz bile oluyordu. Köyümüz ne güzeldi .

Bakilerde oynuyorduk. Onların bahçelerinin bir yanında saman balyaları vardı. Onların üzerine çıkmak, orada güreşmek, oradan atlamak çocukluğumuzun en zevkli yanlarıydı. Sırayla atlarken, Levet seslendi

-Abi, gelin.
-N’oldu, ne var?
-Sabri Bey Amca geldi.
-Koşun,dedi Bülent.

Koştuk.
Saçları arkaya taranmış, takım elbise içinde, gayet şık, orta yaşlı bir beyefendi, elinde bir kutu ile dairenin kapısında duruyordu.. Önce Baki gitti.

-Hoş geldin Sabri Bey Amca, deyip elini öptü.
-Hoş bulduk yavrum, deyen Sabri Bey Amca elindeki kutuyu Baki’ye doğru uzattı ve alması için işaret etti. Baki bir tane alıp kenara çekildi.
-Hoş geldin Sabri Bey Amca.
-Hoş bulduk yavrum.
Sıra Levet’e gelmişti.
-Hoş geldin Sabri Bey Amca.
-Hoş bulduk yavrum.

Levent de Sabri Bey Amca’nın elini öptü, kutudan bir tane aldı ve kenara çekildi. Biz iki kardeş öyle dikilip duruyorduk.

-Siz elimi öpmeyecek misiniz? Dedi,Sabri Bey Amca.
-Hoş geldin Sabri Bey Amca, dedi ağabeyim.
-Hoş bulduk yavrum.

Ağabeyim ne yapacağını bilemiyordu. Bir Sabri Bey Amca’ya, bir kutuya bakıyordu.

-Alsana yavrum, dedi Sabri Bey Amca.

Ağabeyim de kutudan bir tane aldı. Sıra bana gelmişti.

Tahtaya koşan bir öğrenci gibi koştum.

-Hoş geldin Sabri Bey Amca.
-Hoş bulduk yavrum.

Sabri Bey Amcanın elini öyle içten gelerek öptüm ki, hani mümkün olsa belki de hiç bırakmayacaktım. Başımı kaldırdım. Kutu bana uzatılmıştı. Büyük bir merakla içinden bir tane aldım. Şimdi avucumun içinde renkli kağıda sarılı dikdörtgen şeklinde bir şey vardı!
İşim bitmişti.Ben alacağımı almıştım. Son kez Sabri Bey Amcaya bakıp gülümsedim. Onun da gözlerinin içi gülüyordu. Sonra hep beraber saman balyalarına doğru koştuk.

Herkes elindekini soyuyordu. Cicili bicili kağıtları yırtıp atınca, elimizde ince lastik gibi bir şey kaldı. Biz ağabeyimle birbirimize bakarken, Baki ve kardeşleri çoktan ağızlarına atmışlardı o bilmediğimiz şeyleri.

-Bunlar ne? Dedi ağabeyim.
-Ciklet, dedi Baki.
-Ciklet ne be,dedim.
-Çiğniyorsun işte, dedi Bülent. İşte böyle, bak.

Ağzımdaki o şeker tadı, o aroma, o tebessüm, o beyefendi duruş… Aman Allahım, o küçücük köyde ne çok şey, tanımış, ne çok şey öğrenmiştim.

Daha sonra Sabri Bey Amcanın geliş günlerini ezberlemiş, hacı bekler gibi bekler olmuştuk.

Günler geçti.

Bizler büyüdük.

           Ağabeyim ilkokulu bitirdi ve biz ilçeye taşındık. Bir daha Sabri Bey Amcayı hiç göremedim. Ama ne zaman ağzıma bir ciklet atsam, işte o günler, o beyefendi duruş gözümün önünde canlanıverir de birden ta o günlere, o el öpmelere ne kadar özlem duyduğumu fark ederim.

           Sabri Bey Amca, benim çocukluğumun bir idoluymuş. Bunu yıllar sora anladım. O bize sadece ciklet ve şeker vermemiş. Aslında bize bir kişilik vermeye çalışmış. Çok da başarılı olmuş. O saman balyaları üzerinde güreşip hoplayan çocukların içinden, öğretmenlerin, subayların çıkmasını başka nasıl izah edebilirim. O beyefendi duruş bizi etkilemese ciklet ve şekerlerin ne önemi kalırdı?

03.12.2007 Eskişehir

CEVİZİN YAPRAĞI DAL ARASINDA

Küçük çocuk, kırmızı kadife perdenin önündeki tülle ritmik bir şekilde oynaşan rüzgâra inat, elindeki oyuncak arabaya şöyle bir baktıktan sonra kapıya doğru fırlattı:

– Anne, bunu istemiyorum!…
– Dur yavrum, ben sana Sibel ablanın bebeğini getireyim. İstersin değil mi?
– Hı hı…

Ev sahibi salona geçtiğinde, gözleriyle odayı tarayan Leyla Hanım dudağını büktü istek dışı:

– Bunlar, dedi İnegöl malı, kimi kandırıyorlar?
– Aman canım, bilmez misin Fatoş’un yukarıdan uçtuğunu?
– İyi ama hayatım, doğruyu söylese sanki canı çıkacak!
– Eee ne yaparsın, huy…
– Boş ver, yine de bizden duymasın.

Fatoş Hanım, biraz sonra elinde kızının oyuncak bebeği ile odaya girdi:

-Al canım bakayım, güzel güzel oyna.
-Peki.

Kalemle çekilmiş kaşlarını çatan Şükran Hanım, oğlunu sert bir şekilde uyardı:

-Sertaç, mersi demek yok mu?
-Teşekkür ederim efendim.
-Aman Şükrancığım, daha çocuk o …
-Hayır hayatım, bu yaşta öğrenilir ne öğrenilirse. Yoksa, sokak çocuklarından nasıl ayrılacak…

Sustular.

Her üçü de söylemek istediklerini söyleyememişlerdi.

Şükran Hanım’a göre aslında tam konuşulacak andı. Büyük kızı Birsel, her gün bir başka oğlanla fink atıyor; canının istediği yere gidip, canının istediğini giyebiliyordu.Bu ne serbestlik, bu ne laubalilikti! Hiç genç bir kıza yakışıyor muydu yaptıkları? Böyle giderse Sibel’in de ondan farkı kalmayacaktı ya, her neyse, şimdilik yutsundu bakalım.

Fatoş Hanım da için için kendini yiyordu. Bu gösteriş budalası Şükran Hanım’ın kahrı, gerçekten çekilmeye değer miydi? Bir kere kültür düzeyleri farklıydı. Sonra, ağzından çıkanı kulağı duymuyordu bir türlü. Oysa, ona buna çamur atacağına, çocuklarıyla biraz daha –gerçekçi bir biçimde- ilgilense belki sorun kalmayacaktı. Çocuğun oyuncağı atması, teşekkür etmemesinden daha az önemli değildi herhalde. Sonra, çağdaş olmak, salt konuşma ile de ilgili değildi. Baksanıza iki saattir burnu akıyordu yumurcağın.

Leyla Hanım’ın düşünceleri… Leyla Hanım’ın düşünceleri mi? Fazla bir önem taşımamaktaydı; çünkü onun durumu farklıydı. O, münakaşa edenleri barışa götürür; barış içindekileri ise münakaşa ettirmekten zevk alırdı.

-Şu Mualla da gelmeyecek herhalde? Yine kocasının dizinin dibinden ayrılamamıştır.
-Vallahi, dedi Leyla Hanım, o sünepe adamda ne buluyor, bir türlü anlayamıyorum!
-Kadın düpedüz salak hayatım, dedi Şükran Hanım, sarı saçlarına eliyle şekil verirken.Ben olsam, o mıymıntının kahrını bir gün çekmem vallahi.
-Günahına girmeyelim canım, yarın yine yüz yüze bakacağız.
– Biz bizeyiz, nereden duyacak; isterse duysun…

Zil çaldı.

İki konuk bakıştılar. “Birsel’dir,” dedi Fatoş Hanım çıkarken, “arkadaşlarına kadar gitmişti de.”

Biraz sonra içeriye sarı, desenli bir buluz ve -vücudunun bütün hatlarını çıkarmış olan- pantolonuyla on altı, on yedi yaşlarında; esmer, etine dolgun bir genç kız girdi:

-Hoş geldiniz efendim, nasılsınız?
-Hoş bulduk yavrum. Aman aman, ne kadar da güzelsin bugün , Allah nazardan saklasın.
-Canım ben sana demez miydim, mahallemizin en güzel kızı, bir içim su diye?
-Aman Leyla Abla, utandırıyorsunuz beni.
-Çok da mahcup canım, dedi Şükran Hanım; Leyla Hanım’a bakıp, gülerek.
-Anasının kızı canım (!)

 09.06.1985 Karacabey

AMAÇ

Sıra kendine geldiğinde, masanın üzerindeki bordroda adını bulup imzasını attı. Mutemedin saymış olduğu paraları –değersiz kağıtlarmış gibi- düzensiz bir şekilde aldı, boş bulduğu bir sandalyeye oturdu. Kağıt hışırtıları, konuşmalar, yavaş yavaş duyulmaz olurken, kendi iç dünyasında geriye doğru bir yolculuğa başladı.

O sabahki telaşı daha dün gibi hatırlıyordu. Alışılmışın dışında uyandırılmış, iki yanağından öpen annesi tarafından kahvaltıya oturtulmuştu.Masa ne kadar da doluydu o sabah! Bunların hepsi yenilecek miydi? Kızarmış ekmek, tereyağı, peynir, zeytin…

– Çayını koyayım mı yavrum?
– Koy.
– Yumurtan nasıl olsun?
– Yumurta istemiyorum.
– Aaa! Olur mu yavrum?.. Sonra acıkırsın.

Siyah önlüğü ne kadar da yakışmıştı. Hele çantası, hele çantası!..Ceviz ağacından yapılmış, neredeyse kendi kadar, kocaman! Par par, parlayan çantası! Biraz ağırdı; ama olsun bütün kitaplarını rahatça alıyordu.

O sabah besmele ile evden çıkılmış, bilinen dualar okunmuş ve çok sevdiği babası tarafından “eti senin kemiği benim, hocam.” Sözleriyle kaç yıl süreceği meçhul olan bir maratonun içine sokuluvermişti.

Ailesinin ısrarı olmasa da okuyacaktı. Doktor olacaktı, mühendis olacaktı, öğretmen olacaktı… Okuyacaktı. Adam olacaktı. Babası küçücük bir memurdu; ama köyde büyük bir saygınlığı vardı. Sözü dinleniyor; kahveye girildiğinde yer veriliyor; sokakta kime rastlasalar, selam verilmeden geçilmiyordu. Bu saygınlık okumanın sonucu değil miydi?

İçinde büyük bir istek vardı: okumak!.. Sınıfta öğretmenini can kulağı ile dinliyor, evde zamanının büyük bir kısmını ders çalışarak geçiriyordu. Artık onun için oyun matematik çözmek, eğlence resim yapmak olmuştu.

İlk iki yılın sonunda almış olduğu karneleri, baştan aşağı pekiyi idi. Demek ki büyüklerini hayal kırıklığına uğratmayacaktı. Artık ona da büyük bir adammış gözüyle bakılıyordu. Köyde herkes ondan söz ediyor, çocuklarına onu örnek gösteriyordu. Hatta öğretmeni bile bazen onu üst sınıflara matematik çözdürmek için götürüyordu. Artık iyice inanmıştı; her karne getirişinde verilen hediyeler olmasa da okuyacaktı. Okuma gibisi var mıydı?..

Babasının tayini nedeniyle şehre geldiler. Yeni okulunu, yeni öğretmenini, yeni sınıfını önceleri çok yadırgadı. Burası ne kadar büyük bir binaydı böyle! Ne kadar çok dersliği vardı? Ne kadar kalabalıktı! Sıralarda hep dörder beşer oturuluyordu. Bu öğretmen kimdi? Acaba babasını tanıyor muydu? Bütün bir günü bu sorulara cevap aramakla geçti.

Evdekiler de onun kadar meraktaydılar:

– Okulunu sevdin mi?
– Sevdim…
– Öğretmenini sevdin mi?
– Sevdim…
– Sınıfın nasıl?
– İyi…

Tam bu sıkıcı sorulardan kurtulacakken, tam da yeni ortama alıştım artık derken yeni bir okula nakledildiler. Ters giden bir şeyler vardı. Aklı iyice karıştı! Aynı sorular tekrar başladı:

– Yeni okulunu sevdin mi?
– Hayır.
– Yeni öğretmenini sevdin mi?
– Hayır.
– Yeni sınıfını sevdin mi?
– Hayııır!

Odada çınlayan sesi sanki tavanda asılı kalmıştı. Kimse çıkıp o sesi almıyordu! Hani boyu yetişse, tutup kendi alacaktı. Boyundan büyük laf etmişti. Babasına baktı, gülümsüyordu. Sanki, aldırma diyordu. O da gülümsedi. Gerilen sinirleri yerini gevşemeğe bırakmıştı.

– Ya, dedi.
– Evet.
– Köyde, küçücük okulda herkese yetecek sıra vardı. Burada, kocaman okulda oturacak yer yok!..Köyde koca gün okuldaydık. burada öğleye kadar. O da eski okulda.
Şimdi ise üç posta okula gidiliyordu.Babası yine gülümsüyordu.

O da gülümsedi

Hiç bir zorluğa yenilmeyecekti. Bunlar neydi ki?

Zaman akıp gitti.

Sanki sorunlar da zamanın peşine takılan birer çocuk olmuştu. Artık eskisi gibi kurcalamıyorlardı kafasını.

Mezuniyet sınavları başlamıştı. Kendi öğretmeninin yanında başka öğretmenlerde giriyordu sınava. Kimseye göz açtırmıyorlardı. İşler epey karışıktı.

Nihayet sonuçlar açıklandı.

İlk hayal kırıklığı, eğitim hayatındaki ilk göz yaşı sağanağı orada, beşinci sınıfta başladı. Yazı dersinin sınavından orta almıştı. Yani pekiyi ile mezun olamıyordu.

– Hoş geldin yavrum.
– …
– Neyin var oğlum, bir şey mi oldu?..

Annesinin sözleri son direncini de kırmağa yetti. Okuldan eve kadar kendini zor tutmuştu zaten. Gözlerinden süzülen yaşlar, sarsılmağa başlayan göğsünün ilk işaretleriydi. Akşam babası geldiğinde ne söyleyecekti? Bunca zaman aldığı pekiyiler hep boşuna mıydı? Zaten doktorların güzel yazılarının olmadığını öğretmenleri bilmiyorlar mıydı?

– Oğlum sen buna okul mu diyorsun?
– …
– Hiç önemli değil.
– …
– Hele sen ortaokula bir başla…
– Hayır!
– Birinci sınıfı doğrudan geç…
– Ben okumayacağım.
– Niçin?
– Okumayacağım işte.

Ailesinin ilgisi daha da artmıştı. Yaz tatilinde amcasının yanına gönderdiler. O tatilde nasıl oldu, tam anlayamadı; ama aslında okulunu da, öğretmenini de, arkadaşlarını da sevdiğini fark etmeğe başladı.

Eve dönüşünde babası, onunla bir arkadaş gibi konuşa konuşa sonunda ikna etti.

Yıllar; o bitmez, tükenmez denilen yıllar geçti gitti.

***

Son durağa gelmişti işte. Kayıt evraklarını öğrenci işleri bürosuna teslim etti. Şimdi o küçük çocuk yoktu artık. Sanki içinden çıkıp gitmişti; ama nedense korkularını almayı unutmuştu! Demek ki burada, bu koca şehirde korkuları onun can yoldaşı olacaktı.

İstanbul: Güzel şehir, büyük şehir, korkunç şehir. Camileri, müzeleri; sinemaları, tiyatroları; boğazı, plajları… Gerçekten güzeldi. İnsanlar, insanlar, insanlar… Çok kalabalıktı!.. Korkunç şehir!.. Niçin?

Bilmediği, tanımadığı, tek başına olduğu bir yer. Anarşinin ayyuka çıktığı günler. Kahvelerin tarandığı, insanların boğazlandığı, yurtların basıldığı günler! Gerçekten korkunç şehir! Kime güvenecek, nereye sığınacaktı? Gazetelerin ilk sayfaları anarşiye ayrılmış. Televizyonda spiker olayları sayarken yoruluyor! Her dakika, her saniye değişen aylık ölüm bilançoları..! Ve bütün bunların arasında üniversite öğrenimi!..

Okumak: Niçin?

Dayanmak: Nereye kadar?

Zil sesiyle birlikte anılarından kopuverdi. Elindeki paralara göz ucuyla baktı. Elli üç bin lira! On beş yıllık öğreniminin, on üç yıllık hizmetinin karşılığı… O kan denizinde boğulmayışının mükafatı elli üç bin lira. Yarısına ev sahibi ortak! Diğer yarısına?…

O korkunç yarışta elenenleri düşündü sınıfa girerken. İlkokulu zor bitirenleri; ortaokuldan tekme tokat kovulanları; liseden kapı dışarı edilenleri düşündü. Şimdi hepsi de hayatlarından memnundu. Kazandıkça ağlaşıyorlar; ağlaştıkça kazanıyorlardı! O ise bu güne kadar ağzını açamadı. “Adam sen de, dedi; ağlasak sesimizi kim duyacak? Adam yerine koyulmadıktan sonra…”

Sınıfın kapısını açtı. Öğrencileri şartlanmış bir şekilde ayağa fırladılar:

– Günaydın çocuklar!
– Günaydın öğretmenim!
– Gelmeyen var mı başkan?
– Sınıf tamam öğretmenim.
– Hazır mıyız!
– Hazırız öğretmenim!
– Yazın öyleyse: “Öğretmenler bir ulusun en fedakar insanlarıdır…”
02.05.1985 Karacabey

İSTANBUL FARESİ

Antik eşyaların bin bir türlü taklidinin sergilenmekte olduğu loş Kapalı Çarşının içi, alabildiğine kalabalık. Birbirine çarpanlar, çığırtkanlar, -yeni döviz kaynağımız- turistlere manalı manalı bakanlar…

Beyazıt Camisinin önünde güvercin yemi satanlarla, istikbalden söz açanlar…

Bense, kendimden geçmiş durumda, doyamadığım İstanbul’umu seyrediyordum. Tam o sırada, ilginç bir çağrıyla kendime geldim:

– Aziz Müslümanlar, değerli dindaşlarım! ..

Kulaklarımı okşayan sesin sahibini görebilmek için etrafıma baktığımda, gözlerime ilk takılan, müthiş bir kalabalık oldu. O tatlı ses, daha birçok kişiyi etrafına çekmekteydi.

– İşte, gördüğünüz gibi muhterem kardeşlerim. Şu kutunun içinde bulunan mahlukat… Takdir-i İlahinin, bir garip marifeti! ..

Kalabalıktaki dalgalanma, halkadaki daralma ilgimi daha da arttırdı. Sonradan gelenler de ayaklarının ucunda yükselerek, başlarını öndekilerin omuzları üzerinden biraz daha ileriye uzatabilmek için çaba göstermekteydiler. Bizim aziz, o bal akan ağzıyla durmaksızın yineliyordu:

– Aziz kardeşlerim, şu görmüş olduğunuz kutunun içinde, henüz geçen ay… Afrika’nın Kenya’sında… balta girmemiş ormanlarda, bir tesadüf eseri yakalanmış olan… büyük Tanrı’nın, büyük marifeti, çift başlı yılan… biraz sonra, gözlerinizin önüne serilecek ve meraklı olan siz kardeşlerimden isteyenlerin eline teker teker verilecektir.
-..!

Seyircilerin tüm bakışlarını kutunun üzerinde toplayan satıcı:

– Siz sayın kardeşim, şu kutuyu açabilir misiniz? Ya siz kardeşim? .. Korkuyorsunuz değil mi? .. Evet, korkmakta haklısınız. Siz bayan? .. Siz genç kardeşim? .. Yaaa, işte gördüğünüz gibi değerli Müslümanlar! ..

Bekleşenlerin yüzlerindeki gülümseme, azizimize beklenen saatin geldiğini söylemiş olacak ki, aziz kardeşim ufak bir makam değişikliği ile plağı baştan koydu:

– Sayın kardeşlerim, değerli dindaşlarım, muhterem İstanbullular! .. Şu, birkaç dakikalık heyecanınız geçene kadar… Şurada, asrın son harikası. Çağımızın en son icadı bir mamülden bahsedeceğim.

Yavaş yavaş yükselen mırıldanmalar ile birlikte bakışlardaki merak yerini birden şüpheye bıraktı. Kalabalığın içinde birbirlerine bakmalar ve birkaç kişinin ayrılması üzerine satıcı, en yüksek perdeden okumağa başladı:

– Sayın hemşerilerim, şu gördüğünüz… evet, şu gördüğünüz küçücük mamül; şu elimdeki mai, şimdi burada, ücretsiz olarak istifadenize sunulacaktır, gibi sözlerle seyircilerin tüm ilgisini elindeki şişeye toplayarak:

– Dindaşlarım! .. Elhamdülillah çağımızda yüce Allah, her derdin devasını vermiş bulunuyor. Bu mamülümüz de ağzınızda çürük, kırık, çatlak, patlak ne kadar diş varsa hepsini, tereyağından kıl çeker gibi, bir defada, evet, bir defada çekecektir.
-..!
– Tabii, bunun için önce çürük diş lazım.

Birbirlerine bakmakta olan seyircilerin içinden, gözüne kestirdiği birini yanına çağırdı.

– Sen sayın hemşerim, canım kardeşim benim; dişin var mı, dişin? Ağzında çürük, kırık dişin var mı?

Onun konuşmasına fırsat vermeden:

– Gel hele kardeşim… Bugünlük bu fırsattan bedava faydalan.

Adamcağız biraz heyecanlı, biraz da şaşkın, satıcının yanına geldi. Orada bulunan, ters çevrilmiş portakal sandığının üstüne oturdu. Yeni durum üzerine seyircilerdeki ilgi ve şüphe daha da arttı. Yeni yeni katılımlarla arabanın etrafındaki halka, Beyazıt Meydanı’nı bir miting havasına soktu. Yeterli kalabalığı topladığına inanan satıcı, bir politikacı coşkusuyla ağzını tekrar açtı:

– Vatandaşlar! .. Şimdi, şu görmüş olduğunuz sihirli ilaçtan, şu pamuğa, birkaç damla damlatarak.., şu değerli ve aynı zamanda büyük bir amme hizmeti yapan, cesur kardeşimizin dişine şöyle bir iki damla damlatacağız, diyerek ilaçlı pamuğu adamcağızın ağzına doğru götürdü.
Her ne kadar kahraman olarak tanıtıldıysa da sandığın üstünde oturanın, ağzını daha sıkı kapadığı kalabalığın gözünden kaçmadı. Satıcı biraz daha kibarlaşarak:

– Canım kardeşim benim, şimdi istirham edeyim, ağzınızı şöyle birazcık açınız da şu ufak ameliyatı bitirelim.

Adamcağız doğulu şivesi ile konuştu:

– Açmam gardaşım.
– Ama ağzınızı açmazsanız dişinizi nasıl çekeriz, değil mi?
– Acır gardaş! ? ..
– Yok şeker kardeşim, itimat buyurun, sizi temin ederim. Göreceksiniz, ulu Tanrı’nın yardımıyla dişiniz şıp diye çekilecek.

Seyircilerin ilgiyle izledikleri bu tartışma, satıcının üstünlüğü ile sonuçlandı. Ve ilaçlı pamuk büyük bir özenle, portakal sandığının üstünde oturan adamın ağzına yerleştirildi.

Şimdi satıcı, her ne kadar bağırıp çığırmıyorsa da zaten dikkatler kulaklardan çok gözlerde toplandığından, herkes ilgiyle adamı incelemekte; onun göz kapaklarını açıp kapamasından dudaklarını titretmesine kadar, hatta ağzından akan suya kadar, her hareket bir ilim adamı ciddiyetiyle izleniyordu.

Ve sonunda beklenen an geldi. Satıcı büyük bir özenle adamın ağzını açtırdı. İki parmağını pamuğa götürüp, dişi hafifçe sıkıp kendine doğru çekerken:

– Sayın seyircilerim, işte şöyle bir, şöyle iki dediyse de diş çıkmadı.
-..! !
Satıcı bu duruma bir anlam verememiş olacak ki, önce kızaran yüzü daha sonra sararmağa başladı. O ise elindeki pamuğu tekrar ilaçlayıp adamın ağzına götürdü:

– Sayın İstanbullular, kardeşimiz heyecanlı, ilacı yutmuş. Diş de inatçı. Ama şimdi göreceksiniz, tereyağından kıl çeker gibi deyip, elini hızla çekti, diş yine çıkmadı.

Portakal sandığının üstünde oturan adam, ağzının sağ tarafı biraz kızarmış ve büzüşmüş olarak ayağa kalktı. Her nedense ağzından akan kan ve tükürük karışımına bir türlü hakim olamıyordu. Satıcı son bir gayretle –en acınılacak pozunu takınarak- adama yalvardı:

– Sevgili kardeşim, canım ağabeycim benim; lütfen, son bir deneme daha yapalım! ? ..
– Olmaz gardaş, canım yanıyo…
– Şeker ağabeycim, bak göreceksin, bu defa olacak.
– Olmaz dedik gardaş, ben gidiyom, diyerek birkaç adım attıysa da, bizim nazik satıcımız da birden sertleşerek adama doğru atılıp kolundan yakaladı:
– Bak hemşerim, bir yere gidemezsin; bu kadar kardeşimiz sana bakıyor. Biz de insanız, bizim de ekmek bekleyenimiz var, değil mi? diyerek adamı oturtmağa çalıştı. Fakat diğeri, gideceğim diye diretiyordu.

Tartışma nasıl olduysa, önce tokada, daha sonra da yumruklaşmağa dönüştü. Seyircilerin bir kısmı büyük bir zevkle kavgayı seyrederken bir kısmı da ayırmak için var güçleriyle uğraşıyordu. İşte tam o sırada, Sahaflar Çarşısı tarafından gelen tiz bir düdük sesi satıcıyı engellemeğe yetti. Rakibini bırakıp arabaya atlayan satıcı, ikiye ayrılmaya çalışan kalabalığın arasından çıkmadan önce:

– Eğer ben de Fare İhsan’sam, bunun öcünü bir başkasından mutlaka alırım, deyip şehrin kalabalığına karıştı.
24.05.1983 Karacabey

AŞILAMAYAN ENGEL

Kimlik kartımda her ne kadar doğum yeri Arapdede yazıyorsa da siz ona inanmayın. Babamla annemin söylediklerine göre ben, Elmalı Köyü’nde doğmuşum. Resmi belgelerdeki yanlışlık onların işgüzarlığındanmış. Bu işe bunca yıl alışmama rağmen gün gelir babama kızdığım olur.

Kimliğime dahi yazılmayan Elmalı’yı çok az hatırlıyorum. Dört yaşındaki çocuğun anısı ne ola ki? Derenin kıyısındaki köy evi, bahçedeki armut ağacı, yolun karşı yakasındaki “rahmetli babaannemin yaptırdığı” çeşme, Hasan Amcaların evi, cami ve merdivenlerinde şiir okuduğum okul. Onlar da hayal meyal şeyler.

Komşunun kümesinden yumurta çalmak, başkasının ağacından meyve aşırmak hırsızlıktan bile sayılmaz köy yerinde. Asıl suç, komşunun tavuğuna kışt demektir. Fakat bu sayılmayan suçlar, galiba bizim insanımızın yapısında mayayı oluşturuyor. Aynı çizgide ısrar profesyonelleştiriveriyor büyüklerimizi. Bir yarıştır başlıyor günlük hayatta. Esnafın gramdan, müşterinin paradan çalması; işverenin ücretten, işçinin zamandan çalması…

On dakika önce köy yoluna sapan minibüsün içinde bunları düşünüyordum. Birden gözlerimin önüne yine o eski köy yaşantısı geliverdi. Kışın çamurda ilerleyemeyen öküz arabası, yağmur altında bekleşen çocuklar, kadının asıldığı yularlar, adamın sopayı olanca gücüyle vuruşu ve yerlerinden kıpırdayamayan hayvanlar.

Evlerde idare veya gaz lambası, ayaklarda lastik ayakkabı, çizme… Hepsi geçti şükür diyorum. Şimdi rahatlık var. Bas düğmeye ampul yansın, floresans yansın. Tak fişi, radyoyu dinle, televizyonu seyret; yemekleri buzdolabına koy, çalışsın elektrik süpürgesi, ardından çamaşır makinesi. Hangimiz saçımıza kil vuruyoruz ki?

İyi şeyler bunlar. Medeniyet güzel şey. Ne kadar değiştik, diyorum. Ben bunları düşünürken bir köye giriyoruz. Kerpiç evler azalmış. O eski köy görünümü yok artık. Çamur yerine kireçle sıvanmış evlerin içi, dışı. Bembeyaz badanalı tuğla binalar. Traktör var bazılarının önünde; üstünde ufacık çocuklar oynuyor. Ellerinde meyve yerine gofret. Aracımız bir bakkalın önünde duruyor. Kardeşim kapıyı çalıyor, sesleniyor:
– Hakkı Amca!
– …
– Hakkı Amca!..
Bekliyoruz.
Ses içeriden geliyor.
– Geliyom, geliyom.

Ses yaşlı. Kapı içeriden açılıyor. Kapıyı açan altmış yaşlarında, kır saçlı, ince kemikli, zayıf, kırış kırış bir yüz. Havuç gibi bir burun. Çember sakal. Sakalın çevrelediği ağızdan “hoş geldiniz, nerde kaldınız yahu” sözleri çıkıyor.

İçeriye giriyoruz. Burası normal bir bakkal dükkânı. Şehirdekilerden tek farkı, biraz küçük, biraz da düzensiz oluşu. Burada da pirinç var, ama çuval içinde. Birkaç çeşit bisküvi, bol bol ciklet, deterjanlar, şekerlemeler. Tahtadan yapılmış derme çatma tezgâhın üzerindeki terazi ile oynamakta olan kardeşim , “bir şeye ihtiyacın var mı?” diye soruyor.

– Yok be kuzum, var hepsi. Te dün aldım hep bunları. Siz gelmeyince şehre indim.
– Ülker lazım mı? Tadella da geldi.
– Yok be kuzum, almazlar küy yerinde. Pahalı gelir.
– Oldu Hakkı Amca, canın sağolsun.

Tamam, gidiyoruz diyorum içimden. Ayağa kalkıyorum.

– Oturun bakalım, diyor Hakkı Amca.
– Ne va, ne yog?
– Ne olsun, diyor kardeşim. O işi soruşturdum ben. Kadın: “Çocuğu var mı demiş.” Yok, deyince de: “Nerede oturuyor,” diye sormuş. “Köye gitmem,” demiş.

Hakkı Amca’nın canı sıkılıyor. Kırış kırış yüzü daha da kırışıyor.

– Küyde şart diğil deseydin be kuzum. Çocukları büyük onun, hepsi ayrı deseydin.
– Boş ver be Hakkı Amca. Bak sana Hoca’yı getirdim. Bir tanıdığı var; o olsun.
– Olsun be evladım. Yeter ki olsun.

Önce aptallaşıyorum. Kardeşime bakıyorum, göz kırpıyor. Allah Allah, diyorum! Kardeşim:

– Konuş bakalım Hocam. İşte Hakkı Amca’mız. Anlat şu Fatma Hanım’ın annesini de, bir de senin ağzından duysun.
– Ne anlatayım canım?!..
– Yahu, Hakkı Amca dul. Bak şu dükkâna. Gir içeriye, eve bak. Bağ var, tarla var, üç aya varmadan Bağ-Kur’dan emekli oluyor. Öyle mi Hakkı Amca?
– Elbet canım, elbet. İşte, na burada kiyatlar. Sen de bak, işte. Gördün mü bak?
Kâğıtları geri veriyorum. Üçümüz de susuyoruz bir müddet. Yine söze o başlıyor.
– Eee, anlat bakalım Hocam, güzel mi?

Ağzımı açmama fırsat vermeyen kardeşim:

– Biz kalkalım Hakkı Amca, başka yerlere de gideceğiz, diyor.

Hakkı Amca, fena paça kaptırmışa benziyor. Can evinden vurulmuş gibi adamcağız. Kardeşime dönüp konuşuyor:
– Arabada ne va bakalım? Sema sakızı va mı, diyen sesi gırtlağından titreyerek çıkıyor.
– Var…
– Özlem kırma?
– Var…
– Ülker püsküt?
– Var…
– Getir bakalım ikişer kutu.

Bana dönüyor; sesi kalbimi parçalıyor.
– Eee Hocam, anlat bakalım. Kadın evlenmek istiyo mu?

Ne diyeceğimi şaşırıyorum. Şişi mi yaksak, kebabı mı! vallahi, diyorum.
– Eee..!
– Bilmem ki, sizi beğenir mi? sonra, bakalım siz onu beğenir misiniz?
– Kaç yaşında?!..
– Otuz gösteriyor ama siz kırk deyin. Kadın işe fazla girmediğinden çökmemiş.
– Allah, diyor sesli olarak. Ey güzel Allah’ım!

Allah kahretsin diyorum, bu sözün üzerine. Yuf olsun sana. Yuf senin öğretmenliğine, yuf erkekliğine diyorum. Hani sende yalan yoktu? Hani, bol bol konuştuğun ideallerin? Nerede kaldı delikanlılık, diyorum kendi kendime.

Hakkı Amca sevinçten çıldıracak: “Çay içelim, yemek yediniz mi?”
– Sağol amca. Biz zaten geç kaldık.

Kardeşim hesabı çıkarıyor.

Hakkı Amca:
– Gene beklerim ha, tez haber getirin, diyor.

Araba asfalta giriyor. Köy dikiz aynasında gittikçe uzaklaşıyor. Kardeşim o günkü engellerden birini daha aşıyor. “Ciro,” diyor, “altmış bin oldu.” “Kar,” diyor, “dört bin vardır.” Artık duyamıyorum. Duymak da istemiyorum. İğreniyorum, kendi kendimden.
* * *
Günler geçiyor, şehirde her zamanki ekmek kavgası. Aktörler sahnede, roller ezberlenmiş. Süflörlere gerek yok. Herkes konuşuyor, herkes inanıyor; herkes konuşuyor, kimse inanmıyor.

Bir gün kardeşimin dükkânına uğrayıp Hakkı Amca’yı sordum:
– İyi iyi maşallah, dedi kardeşim.
– Beni hiç soruyor mu?
– Yok canım. Seni unuttu bile.
– …?!
– Şimdi ben ona iki kadın ismi daha buldum kafası onlarla meşgul.
– Desene zavallı Hakkı Amcacık engeli bir türlü aşamıyor.

Böyledir bu dünyanın düzeni. Hep engellerle doludur. Her gün değişenin yanında, yüzyıllardır değişmeyeni. Asıl değişmesi gereken… Badana her yıl değişir, duvar aynı duvar. Elbise ikide bir değişir, içindeki aynı herifçioğlu. Bizde de çok şey değişti. Değişmeyen, aşılamayan engelden başka…

17.10.1983 Karacabey

« Older entries